24 Ekim 2013 Perşembe

cesare pevase

her kadın, sevdiği uzaklardayken dertleşebileceği birlikte boş saatlerini doldurabileceği bir erkek arkadaş arar; bu arkadaşın, uzaktaki adam için duyduğu sevgi üzerinde bir etkisi olmadığını söyler; erkek arkadaşı kadının uzaktakine olan sevgisiyle çatışabilecek bir şey istedi mi; kadın incinir; ama bu arkadaş daha çok acı çekmemek için sözlerini, bakışlarını denetlemeye, daha dikkatli davranmaya kalkıştı mı, kadın-herhangi bir kadın- adamın acı çekişini görebilmek için hemen onun üzerindeki çekiciliğini arttırır."


7 Şubat 2013 Perşembe

http://www.youtube.com/watch?v=yD7w0MlVUJs


SULTAN-I YEGAH

Şamdanları dolanınca eski zaman sevdalarının
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegahın
Nemli yumuşaklığı tende denizden gelen ahın
Gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegahın

Yansıyan yaslı gülüşmelerdir karasevdalı suda
Bülbüller kırılır umutsuzluktan yalnızlık korusunda
Eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda
Ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegahın

Bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
Çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
Su yasak rüzgar yasak açık kapılar yasak
Belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegahın
Yazar : ATTİLA İLHAN
http://www.youtube.com/watch?v=yD7w0MlVUJs

6 Şubat 2013 Çarşamba

söz

Derin insanlar da derin kuyular gibidir:içlerine düşen nesne,dibe uzun zamanda varır.Beklemekten yana ötedenberi sabırsız davranan seyirciler bu insanları duygusuz ve haşin - çoğu zaman da cansıkıcı - bulurlar...

F.W.Nietzsche

albert einstein

"Karsilasilan önemli yasam sorunlari,o sorunlari ortaya çikaran düsünce düzeyinde çözülemez"

ruh huzuru


Dr. Jeff Rockwell tarafından tespit edilmiş
RUH HUZURU GÖSTERGELERİ
* Geçmişte yaşanan korkulardan kaynaklanan endişelerle değil, içinden geldiği gibi hareket etme hali,
* Her anın tadını çıkartma yeteneği,
* Kendini yargılama eğiliminin azalması,
* Başkalarını yargılama eğiliminin azalması,
* Başkalarıyla atışma eğiliminin azalması,
* Başkalarının hareketlerini yorumlamaya çalışmaktan vazgeçmek (sanıyorum; başkaları adına/yerine düşünmek kastediliyor; ya daniyet okuma. ÖE),
* Endişelenmekten vazgeçmek (çok önemli bir gösterge. JR.),
* Şükretmenin yaygınlaşması,
* Başkaları ve doğa ile bağlantı hissinin süreklilik kazanması,
* Kalpten gülüş sayısının artması,
* Başkaları tarafından sunulan sevgiye karşı büyük bir açıklık ve sevgi yayma hissi,
* Olayları kontrol etmektense olacağına bırakma duygusunun doğal gelmesi.

jean genet


“Örnek bir yargıç olmamı istiyorsan, senin de örnek bir hırsız olman gerekir, sahte bir hırsız olduğun için, ben de sahte bir yargıç haline geliyorum. Anlatabiliyor muyum?”
(Genet-Balkon)

24 Ocak 2013 Perşembe

Cesare Pavese'den Kadınlar Üstüne


"Zekâ gösterileriyle bir kadını elde edebileceğini sanmak kadar budalaca bir şey yoktur. Bu konularda zekâ güzellikle yarışamaz; çünkü güzelliğin cinsel heyecan uyandırmasına karşılık, zekâ böyle bir şey yapamaz.

İnsan bu tutumla, ancak zekâ yetki, zenginlik ve ün elde etmenin bir aracı olarak göründüğü zaman bir kadını elde edebilir; çünkü bu durumda kadın sözü edilen olanaklardan yararlanacağını bilir. Ama zekâ kendi başına, kişisel hiçbir yanı olmayan büyük bir makine gibi, her kadını kayıtsız bırakır. Unutmaman gereken bir gerçek…"



"Bir kadın seni aldatmıyorsa, işine gelmediği için yapmıyordur bunu.

Her lüksün ücretinin ödenmesi gerekir ve başta dünyaya gelmek olmak üzere her şey bir lükstür. "



"Hiçbir kadın para için evlenmez; bütün kadınlar bir milyonerle evlenmeden önce, ona aşık olacak kadar kurnazdır."


"Sana gelmek için bir başka adamı bırakıp kaçan kadın, bir başkası için de seni bırakıp kaçacaktır. Seni büyülemek için ne yapıyorsa, senin yerine bir başkasını büyülemek için de yapacaktır. "
"Pahalı şeylere sahip olmanın verdiği zevk yalın ve dolaysız değildir. Pahalı eşyalar başkaları ile bağ kurmaya yararlar. Bunların büyüleyici niteliği, üçüncü bir büyüleyici kişi tarafından verilmiştir.1 (Simone De Beauvoir)

“Güzelliğin sadece bir türü vardır, çirkinliğin ise binlerce. İnsan bakışıyla güzellik, kendisinin en temel ilişkilerinde, en katışıksız simetrisinde ve organizmamızla en derin uyum içinde görünen biçiminden başka bir şey değildir. Diğer yandan, çirkin dediğimiz şey, kaçırdığımız büyük bütündeki bir detaydır ve sadece insanla değil, tüm yaradılışla da pek uyum içinde değildir. Bu yüzden çirkinlik sürekli yeni, ama tamamlanmamış yönlerini açığa çıkarır.” (Victor Hugo/Cromwell Önsözü)

23 Ocak 2013 Çarşamba

BAŞKA TÜRLÜ BİR ŞEY


BAŞKA TÜRLÜ BİR ŞEYbaşka türlü bir şey benim istediğimne ağaca benzer, ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz,
havası ayrı hava..

bir başka yolculuk dalından düşmek yere
yaşadığından uzun

bir tatlı yolculuk dalından inmek yere
ağacın yüksekliğince
dalın yüksekliğince rüzgarda
ve bir yeni ömür
vardığın çimen yeşilliğince

nerde gördüklerim
nerde o beklediğim
rengi başka
tadı başka..
 CAN YÜCEL

çember

ÇEMBER

Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip, kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın


murathan mungan
hiç kimse bizi,bizim gördüğümüz gibi görmediği için ilişkilerimizin çoğu hüsranla biter.uzun süren ilişkilerimiz karşılıklı yanılgıdır.

H.Serkan ÖZ

8 Ocak 2013 Salı

insan kimdir?

              ağır kan kaybı
Biz yalnızlıktan doğduk o dağdağalı sudan
Biz yani erdoğan ayşenur ali ve ahmet
Birkaç litre kan bir hayli kemik epeyce korku
Sanki bir tesbih koptu tane tane savrulduk
Köy köy bucak bucak memleket memleket
Yani afyon adilcevaz akçadağ turgutlu
Birkaç litre kan bir hayli kemik epeyce korku

Buzlu mehtap alçakca kesmişti yolumuzu
Bütün kapılardan açıkca kovulmuştuk
Silahımız avcumuza yapışmıştı soğuktan
Biz yani erdoğan ayşenur ali ve ahmet
Birkaç litre kan bir hayli kemik epeyce korku
Kestiremedik ne yaptığımızı kim olduğumuzu
Sanki bir tesbih koptu tane tane savrulduk
Köy köy bucak bucak memleket memleket
Yani afyon adilcevaz akçadağ turgutlu
Birkaç litre kan bir hayli kemik epeyce korku

Ne kadar korkmuştuk elimizden tutmadılar
Doğrudur kendi içimizde daraldığımız
Kim neyi savundu bilinmez nereye kadar
Biz yani erdoğan ayşenur ali ve ahmet
Başka bir yalnızlıkta boğulduk / havasızlıktan
Sanki bir tesbih koptu tane tane savrulduk
Köy köy bucak bucak memleket memleket
Ne solculuğumuz solculuktu ne sağcılığımız
Karanlık bir kapı ölüp üstümüze kapandılar
Kimse bizi sevmedi / ağır kan kaybıyız
Yazar : ATTİLA İLHAN

ırk nedir?

http://www.youtube.com/watch?v=zk8nYzd53eQ&feature=share

sevgi duvarı


                            
http://www.youtube.com/watch?v=0esfA7X6oxQ
                             

                             SEVGİ DUVARI

                  sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
                 kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
                  dilimizde akşamdan kalma bir küfür
                    salonlar piyasalar sanat sevicileri
               derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
                      yakanda bir amonyak çiçeği
                   yalnızlığım benim sidikli kontesim
                    ne kadar rezil olursak o kadar iyi

                   kumkapı meyhanelerine dadandık
              önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
                aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
                  sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
                     öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
                    çöpçülerin elleriyle okşardın beni
                    yalnızlığım benim süpürge saçlım
                   ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

                    baktım gökte bir kırmızı bir uçak
                      bol çelik bol yıldız bol insan
                      bir gece sevgi duvarını aştık
                     düştüğüm yer öyle açık seçik ki
                 başucumda bir sen varsın bir de evren
                  saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
                   yalnızlığım benim çoğul türkülerim
                 ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

                                             
Can YÜCEL

prousttan kesit

.....bütün yüce şeyleri bize sinirli mizaçlar vermiştir.dinleri kuran,şaheserleri yaratanlar onlardır,başkaları değil.dünya kendilerine neler borçlu olduğunu,hele hele onların bütün bunları dünyaya verebilmek için ne acılar çektiğini,asla bilmeyecek.güzel müziklerin,güzel resimlerin,binlerce inceliğin tadını çıkarırız,ama onları yaratanlara nelere malolduğunu,ne uykusuzluklara,gözyaşlarına,kurdeşenlere ,astımlara,sara nöbetlerine,hepsinden beter olan ölüm korkusuna malolduğunu bilmeyiz.......

prousttan kesit

......doktorların bilgisinin büyük bir bölümü kendilerine hastalar tarafından öğretildiği için,hastaların bu bu bilgisinin herkeste eşit olduğunu düşünme eğilimindedirler ve daha önce tedavi ettikleri kişilerden öğrendikleri birşeyle,yanlarında bulunan hastayı şaşırtacaklarını sanırlar.....

çakır


          çakır


Altın saçlarını sıkıca tarar,
Sonra iki örgü yana bırakır;
Ayağında pembe dallı mor şalvar,
Taze gelin gibi süzülür Çakır...

Beyaz ellerine kına yaraşır,
Mavi gözleriyle bir içim sudur.
Efeler onu el üstünde taşır;
Köyün bir tanecik orospusudur.

Çakır'sız olamaz hiç bir eğlence
Herkesingönlünü kaplar çünkü sis...
Bazan mal olsa da iki üç gence,
Yine Çakır'ını ister her meclis...

Geniş meydanlarda yakılır çıra,
Çakır nazlı nazlı dokunur 'def'e...
Süt gibi rakıyı sunar Çakır'a
Gür bıyıklı, ateş gözlü bir efe...

gitgide açılır sırma cepkenler;
Kıllı göğüslerinden süzülür rakı.
Bazan birisinin bağrına girer,
Elma soymak için alınan çakı...

Çakır yılan gibi döner, kıvrılır
-Sırma saçlarında fildişi tarak-
Tabanca çekilir, bıçak sıyrılır,
O döner elini şıkırdatarak...

Yalnız bazı kere taze gelinler,
'Bize kocamızı ver! ...diye inler...
O zaman Çakır'ın gözü doludur...

O zaman gözünün önüne gelen
Cepheden şehitlik alıp yükselen
İncecik bıyıklı bir yavukludur...

sabahattin ali

34 fn 346



   34 FN 346

geceyarıları
tenhadır buraları
ne in ne cin
kırmızı lambası
sanki kan damlası
demiryolu geçidinin

dağılmış su dumanı şimşekli bir karanlığa
yağmurun altında çınar
çınarın altında o karaltı
bırakılmış bir araba
34 FN 346
sağ arka lastiği yırtılmış
camlarında kurşun delikleri
içinde barut kokusu var
hala çalışıyor silecekleri
bir sola bir sağa
bir sola bir sağa

geceyarıları
tenhadır buraları
ne in ne cin
kırmızı lambası
sanki kan damlası
demiryolu geçidinin

şimşekler yaladıkça nikelajını
tırnak uçlarında çıtır çıtır
yoğun bir elektrik sokağa
bu araba mutlaka çalınmıştır
şüpheli ne zaman bulabilecekleri
dışarda unutmuş bir ayağını
bir genç direksiyona yıkılmıştır
kanı sımsıcak damlıyor
dirseklerinden koltuğa
roman çoktan bitmiş
yol bitmiş bitmiş kavga
hala çalışıyor silecekleri
bir sola bir sağa
bir sola bir sağa
bir sola bir sağa

geceyarıları
tenhadır buraları
ne in ne cin
kırmızı lambası
sanki kan damlası
demiryolu geçidinin
a.ilhan

jilet yiyen kız


JİLET YİYEN KIZ

O kızı nerede nasıl görsem
aklımı başımdan alır ağzı
saçları şıra köpüğü desem
kaşları bıçak izi kırmızı

yakut pulları mı? bu ne görkem
kanlı gözbebeklerindeki yazı
beni nasıl büyüledi bilmem
kirpikleri örümcek kırmızı

kızıl demirden bir ünlem
salınması yangın yalnızı
korkmasam öpmeye eğilsem
dişleri elektrik kırmızı

çarpılmışım başım sersem
sevdim jilet yiyen kızı
göğsündeki kumrulara değsem
gagaları zehirli kırmızı

gece gündüz tek düşüncem
kasıklarımdaki ince sızı
artık kimseyle sevişemem
anladım sevişmek kırmızı

jilet yiyen kız merih'li gecem
birlikte bulacağız belâmızı
sonumuz kuşkusuz cehennem
kırmızı kırmızı kırmızı
Yazar : ATTİLA İLHAN

7 Ocak 2013 Pazartesi

yunus emre


İlim ilim bilmektir 
İlim kendin bilmektir 
Sen kendini bilmezsin 
Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne 
Kişi Hak'kı bilmektir 
Çün okudun bilmezsin 
Ha bir kuru ekmektir

Okudum bildim deme 
Çok taat kıldım deme 
Eğer Hak bilmez isen 
Abes yere gelmektir

Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin 
Bu nice okumaktır

Yiğirmi dokuz hece 
Okursun uçtan uca 
Sen elif dersin hoca 
Mânâsı ne demektir

Yunus Emre der hoca 
Gerekse bin var hacca 
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir

arzu neden tatmin edilemez



Arzunun tatminsizliği konuşan varlıklar olduğumuz gerçeğine dayanır. Konuşmak, sembolik dünyanın bir parçası olmak demektir. Her şeyin kendisinden başka ikircikli pek çok anlama geldiği semboller dünyasında, arzunun tam tatminine giden yol binbir labirentten oluşan sonsuz bir alana açılır. Sözler ve edimler açılan yan anlamlardan kurtulamaz ve buradan arzunun hedefi olan tam tatmine asla ulaşılamaz.
Ancak karamsar olmak için gerek de yoktur. Zira arzunun peşinden atılan her adım belki ona ulaşmamızı sağlamayacak ama kendi ölçeğindeyaratıcı bir edim ortaya koyacaktır.Önceden çizilmemiş bir yol her deneyimde yeni bir yola açılır.Varılan her sınır sonsuza uzanan bir diziye açılan eşiktir.

şehirler ve yazarlar-2

http://www.youtube.com/watch?v=slMEsfr8BmA

şehirler ve yazarlar-1

http://www.youtube.com/watch?v=UJXwuce_2xE

büyük insanlar belgesel serisi-2

http://www.youtube.com/watch?v=qHgSxAaP4ss

büyük insanlar belgesel serisi -1

http://www.youtube.com/watch?v=8wOkv3k0dRk  part1
http://www.youtube.com/watch?v=WCdkdYCUuxs  part2
http://www.youtube.com/watch?v=LNxTrKyBpMc   part3

6 Ocak 2013 Pazar

cinayet saati


http://www.youtube.com/watch?v=zzFiignZBG4

cinayet saati

  güzelinden getir  başlık içinde ara  bakın dur
  1. haliçte bir vapuru vurdular dört kişi
    demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
    dört bıçak çekip vurdular dört kişi
    yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu
    deli cafer, ismail, tayfur ve şaşi
    maktul'ün onbeş yıllık arkadaşı
    üçü kamarot öteki aşçıbaşı
    dört bıçak vurdular dört kisi.
    cinayeti kör bir kayıkçı gördü
    ben gördüm kulaklarım gördü
    vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
    hiç biriniz orda yoktunuz.
    demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
    onüç damla gözyaşını saydım
    allahına kitabına sövüp saydım
    şafak nabız gibi atıyordu
    sarhoştum kasımpaşa'daydım
    hiçbiriniz orada yoktunuz.
    haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
    polis katilleri arıyordu
    deli cafer,ismail, tayfur ve şaşı
    üzerime yüklediler bu işi
    sarhoştum kasımpaşa'daydım
    vapuru onlar vurdu ben vurmadım
    cinayeti kör bir kayıkçı gördü
    ben vursam kendimi vuracaktım
atilla ilhan

zeynep beni bekle


ZEYNEP BENİ BEKLE
zeynep beni bekle / gece ağaçlarına
yağmur çiseliyorum / cam tozu su beyazı
yalnızlığını mutlaka değiştireceğim
bir yaprak halinde süzülüp saçlarına
eski teşrin'lerden / kederli kırmızı
zeynep beni bekle mutlaka döneceğim
söyle kim önleyebilir buluşmamızı

geceleyin ışıkları söndürdüğün zaman
benim şiir kitaplarından sızan aydınlık
elinde uyuyakaldığın heyecanlı roman
pancurların çarpıldığı lodos geceleri
rüzgârın değil benim / pencerendeki ıslık
her akşam koridordaki ayak sesleri
yanlış çaldığını zannetiğin telefon
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
hem bu ne ilk ayrılığımız ne de son

pikapta eminağa acemaşirân saz semaisi
sokakta çocuklar saklambaç hırsız polis
hayat akıp gidiyor olsam da olmasam da
saati durmamalı ufak sorumlulukların
resmi bırakmadın ya / son çektiğin hangisi
bak mektuplar birikmiş yine masamda
fakülteler açılacak bak bugün yarın
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
başladığımız filmi birlikte bitireceğiz

kim ne derse desin içimde delice bir his
Yazar : ATTİLA İLHAN

unutulmaz bir film

http://www.izlebizle.net/karanlikta-dans-filmini-izle.html

2 Ocak 2013 Çarşamba

Uygarlığın son demlerinde içgüdüsel yaşamın durumu


Uygarlığın son demlerinde içgüdüsel yaşamın durumu


Trafiğe çıktığımda muhakkak sıkıldığım bir şeyler oluyor.İşe,okula giderken sorunsuz bir yolculuk yapanımız azdır.Birbirini olur olmaz sollayan araçlar,arabanın arkasına yaklaşıp flaşör yakanlar,ön camların ardında sinirli bir ifadeyle size bakan yüzler ,pencereyi açıp bağıran,el kol hareketleri yapanlar,otobüslerde,tramvay ve metrolarda itişip kakışmalar… Nihayetinde gitmek istediğimiz yere vardığımızda stres yüklenmiş oluyoruz.Bu konu üzerinde muhakkak düşünmüşsünüzdür.

Sorun ulaşım alt yapısındaki sorunlar  ve sürücülerin eğitimsizliğine bağlanabilir belki. Ancak yolları yenilemenin de ,eğitim müfredatına yeni dersler koymanın da doğrudan ve yeterli bir çözüme katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Konuya trafikte yaşadığımız sıkıntı ile girdim. Ancak sıkıntımızı kamuya açık alanlarda gerçekleşen insani etkileşimlerimizin tümüne  ve hatta eş-dost-ahbap ilişkilerine genişleterek düşünebiliriz..

Sezgilerim beni sosyal ilişki kurma tarzlarımız dolayısıyla yaşadığımız bir sürü sorunun aslında dikkatsizlik,eğitimsizlik ve ekonomik yetersizlik ile açıklanamayacak  derin-ruhsal bir karşılığı olduğu fikrine doğru yöneltiyor...Son zamanlarda okuma fırsatı bulabildiğim  Freud’un 1929 yılında yazdığı “uygarlık ve hoşnutsuzlukları” makalesinin verdiği esinle “uygarlığın nimetlerini ve uygarlık karşılığında ödenen ruhsal bedelleri” analiz etmeye çalışacağım. Bu analiz büyük bir ihtimal ile zamanın ruhuna(zeitgeist) tutunmaya çalışan içgüdüsel yaşamı ortaya koyacak. İnsan davranışlarının bu içgüdüsel yaşantıdan muaf olmadığını biliyoruz.Ve sosyal ilişkilerimiz de büyük ölçüde dürtüsel yaşantılarımız arasındaki koşutluktan kaynaklanıyor ,tıpkı sorunlarımızın içgüdüsel ihtiyaçlarımızın çatışmasından kaynaklandığı gibi…

Uygarlık ve içgüdüsel yaşam

Freud'a göre , insanın kazandığı başarıların altında uygarlık yatar.Uygarlığın gelişimi sürecinde içgüdüsel güçlerin (cinsel ve saldırgan dürtülerin)  pek az doyurulması ve çoğunlukla toplum faydasına olacak şekilde bastırılması ya da kabul edilebilir hedeflere yöneltilmesi yani yüceltilmesi gerekir.Bu esnada insanın maddi  refahı artmaktadır.

Saldırgan dürtülerin diğer insanlara  yöneltilmemesi “dinler” ve “ahlaki değerler” in baskısı ve nihai olarak vicdan duygusu şeklinde içselleştirilmesi ile mümkün olur.Freud bu içselleştirilmiş ahlaki varlığa “süper ego” demektedir. İlkel insan yağmaya ,cinsel olarak rıza gösterilmeden nesnesine yanaşmaya ve çıkarları açısından tehlikeli bulduğu hemcinsini öldürmeye meyilli iken, uygar insan “komşusunu da en az kendisi kadar sevmesini” telkin eden vicdanı ile baş başa yaşar.

Yine,cinsel ilginin aynı yöntemlerle sınırlandığını biliyoruz.Cinsel ilginin karşı cinse duyulan ilgi ile sınırlanması , tek eşlilik öğretisi, çeşitli cinsel doyum biçimlerinin sapkın (fetiş) görülerek kınanması ya da yasaklanması,cinsel organların özel ve çirkin oldukları düşüncesi,cinsel yönden esasen uyarıcı bir çok beden salgısının tiksinti uyandırıcı olarak algılanır hale gelinmesi bu kısıtlamaları göstermektedir.Bu esnada libidinal güçler orijinal nesnelerinden ayrılarak yüceltiliyor ve cinsel ilgi “toplumsal ilgi” ye dönüşüyor.

Toplumsal ilgi ise “ait olduğu topluma veyahut insanlığa hizmet etme” şeklinde bir anlayışla kendisini gösteriyor.Dolayısıyla ,çalışanlar çalıştıkları şirketler, öğrenciler ise gittikleri okullar ile  kendilerini bir bütün hissediyor ve gurur duyabiliyorlar.

Psişenin ekonomisi ile uygarlığın yaptırımları arasındaki ilişkiyi göstermeye çalıştıktan sonra şimdi uygarlığın bedelinin ne olduğunu sorabilir ve tam tersine uygar olmamanın da yaşamımızı nasıl etkilediğini çevremize bakarak düşünebiliriz.

Uygarlığın faydası kuşkusuz toplumsal ilginin ön plana çıkması ile yaşam emniyetinin tesisi ve maddi refahının artışıdır.Peki bedeli nedir? 

Uygarlığın bedeli

Dünyada uygarlığın yeterince gelişmiş olduğu ve halen gelişmekte olduğu ülkeler bulunmakta. Uygarlığın gelişmiş olduğu ülkelerde yüceltme kanallarının tam olarak kullanılabilmesi  ve cinsel dürtülerin doğrudan doyum bulabileceği kanalların açılması (evlenmenin –boşanmanın kolay olması ve kişinin istediği türde cinsel bir partneri daha kolay bulabilmesi,çok sayıda partner bulabilmesi,seks endüstrisi vb.) cinsel dürtülerin bastırılma oranını azaltmakta.Dolayısıyla uygar ülkelerin insanlarının cinsel içgüdüler söz konusu olduğunda ruhsal açıdan daha huzurlu , daha doyumlu olduğunu söyleyebiliriz. 

Saldırgan dürtüler açısından olaya bakmaya çalışalım. Uygar ülkelerde doğrudan saldırganlık hukuk ve emniyet tedbirleri ile oldukça kısıtlanmıştır. Tarihin sonu ve son insan” isimli sansasyonel kitabın yazarı Francis Fukayama , Hegel’in “efendi-köle diyalektiğinin” çağlar içinde yaptığı yolculuğu ve günümüzde dönüştüğü hali  başarıyla inceliyor.Fukuyama’ya göre savaşların azaldığı ve burjuva cumhuriyetlerinin kurulduğu modern zamanlarda, ülkeler arasındaki yarış “asker ve silahlanma” üzerinden değil daha çok “milli gelir ve kredibilite” üzerinden yürütülüyor. Geçmiş hükümdarlar ve soylular ise yerlerini büyük holdinglere  ve dolar milyoner-milyarderlerine bıraktılar.

Yaşadığımız zaman bu ise bu zamanın insanının ruhunda içgüdüsel düzeyde ve saldırganlık cenahında  karşılığı ne olmaktadır?

Görünen odur ki, artık biriken saldırganlık büyük ölçüde ekonomik rekabet üzerinden boşaltılmaktadır. Kapitalist toplum tüketme arzusuna sahip bireyler yaratmaktadır. Bir bireyin tüketim kabiliyeti göreli olarak diğerinden az veya çok olabilir.Bu kabiliyetten duyulan övünç ve statü farkının yarattığı kibir-küçümseme ile karışık haz duygusu saldırgan duyguların açıkça boşaltılmasına işaret etmektedir.Bu yine açıkça büyük ve lüks bir evin sadece bir ev ,kocaman bir jipin ise diğer taşıt araçları gibi  bir taşıt olmadığı,aslında “fallik-intruzif” -“saldırgan bir nesne”olduğu anlaşılmaktadır.

Marksist ideolojinin kapitalizmi eleştiri konusu olan “artı değer sömürüsü” denilen sonucunda sömürülen maddi açıdan haksızlığa uğratılmakta ve sınıfsal olarak da ezilmektedir.Bu tabirler,bir sınıfa (işçi) diğer bir sınıf (burjuva) tarafından şiddet ve eziyet uygulandığının saptandığını göstermektedir.Marksizm ruhsal değil ekonomik bir öğreti olduğundan saldırganlığın kendisinden çok maddi sonuçları ile ilgilenir.Ancak psikanaliz olumsuz sonuçların ekonomi ile sınırlı olmadığını ortaya koyar.Maddi refahın azalmasının yanı sıra ruhen çöküntüye yol açan travmatik ruhsal saldırılar da söz konusudur.Üstelik bu saldırı sınırları belirgin biçimde birbirinden ayrılmış sınıflar arasında gerçekleşmez günümüzde.Burjuva sınıfının içinde de kıyasıya bir tüketim , tüketimin belirlediği statü yarışı ve bu yarış üzerinden saldırganlık boşaltımı söz konusudur.

İşte doyumun ve doyumsuzluğun başlıca kaynağı.Ekonomik seviye “statü endişesi” üzerinden saldırganlık dürtülerinin boşalmasında bir sübap görevi görmekte.
Saldırganlığın boşaltılmasının diğer bir kaynağı ise ülkeler arasında önemi giderek azalsa da milliyetçiliğe dayanan  rekabet ortamı ve bunun politik yansımaları olmakta.Bir grup insan eğer karşısında güçlü bir düşman yaratabilirse kolayca birleşebilir. 19. ve 20. yy da saldırganlığın bu türlü boşaltımı “uygarlığın kendisini onarılması güç biçimde tahrip eden bir şey olduğu” için milliyetçilik gözden düşürüldü.Önce güçlü Amerikan , Alman ve Rus devletlerinin federal bir yapı içinde bir araya geldiğini ,sonra Avrupa birliği adı altında Avrupa ülkelerinin birleştiğini gördük.Yine de ekonomik saldırganlığa (yeni emperyalizm) maruz kalan azgelişmiş ülkelerde milliyetçilik “karşı saldırı potansiyeli taşıyan” bir unsur olarak prim yapmaktadır.
Spor müsabakaları ve bu esnada yapılan fanatik düzeydeki taraftarlık başta olmak üzere her tür taraftarlıkta saldırganlık dürtülerinin izlerini bulabiliriz. Özellikle futbol maç sonlarında havaya sıkılan kurşunlar ve çekilen kesici aletler saldırganlığın ruhsal düzeyden (maçı kazanan tarafın rakip takım taraftarının üzüntüsünden aldığı sadistik zevk ve sözlü sataşmalar-aşağılamalar ile yapılan saldırganlık) fiziksel düzeye kaymasının ne kadar kolay gerçekleştiğini gösteriyor.Televizyonda yapılan ödüllü yarışmalar ,”reality show’lar” insanların birbiri ile rekabet etmek üzere açtığı kanallar sayesinde saldırganlığı boşaltmaktadır.Bu şovlara katılanlar kadar televizyon başında izleyenler de katılımcılar ile özdeşleşerek onlarla birlikte kazanma-kaybetme duyguları yaşamaktadır.

hayatın anlamı üzerine bir deneme


Hayatın Anlamı

Hayatın anlamı ile ilgili görebildiğim tek bir makul açıklama bulunuyor.Varoluşçu felsefe çevresinde dönen ,hayatınvaroluşun niteliğinde anlam kazandığı, kendi başına ise bir anlamı olmadığına ilişkin açıklamadır bu.Burada anlam sözcüğü, kişinin varoluşunun kendisine ve çevresine ifade ettiği şey anlamında kullanılıyor.Eğer anlamsızlık bir boşluk,bir hiçlik ise ,varoluş bir anlam oluyor.Nasıl bir anlam olduğu da varoluşun niteliğine bağlı oluyor.
 Böyle bir anlamın kağıt üstünde hiçbir değeri olmayabilir.Bu ifadeler hayatın gerçekten anlamlı olduğunu ispat edemez kuşkusuz. Bahsi edilen şey matematik ve mantık ölçülerine uyan bir gerçeklik değildir.Zira klasik mantık ve matematikte referans noktalarına ihtiyaç duyulur.Bu noktalardan hareketle başka bazı noktalara varılır. Oysa tek ve kendine özgü bir varlık üzerinde hangi referansa göre fikir yürütülecektir.Varlığın sorumluluğunu üstlenecek ,varlığı kendi varlık sebebiyle izah edebilecek görünür evrende ne vardır? Tanrısal bir varlık  bu nedene soyunduğunda ,onun varlığını izah eden ne olacaktır?İşte referans noktası olmadığında ,nedensellik zinciri bir yerde koptuğunda ,başvurulacak tek anlam göreli bir anlam olabilir.”Benim varoluşum” “diğer insanlara” ve o insanlardan oluşan “topluma” göre bir anlam ifade edebilir.Ve anlatmaya çalışacağım gibi insan için asıl önemli olanda bu anlamın idrakıyla  yaşanabilmesindedir. 
Neden ve nasıl arasındaki fark… 
Anlam aramak, ilk kez nerede ve nasıl  başladığı belli olmayan ve süregiden hayatın, olayların nedenini bulmaya çalışmak insan beynine özgü başlıca bilişsel fonksiyonlarından birisi olsa gerek. 
Anlam aramak belki de kategorisindeki olayları kendi başına açıklayabilecek ilk etkeni aramak demektir.O etkene ulaşıldığında,  artık olayları açıklamak için varılan noktadan ötesine gitme ihtiyacı duyulmayacaktır. Sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılsalar ve kullanılan dilde yakın kavramlara çoğu zaman işaret etseler dahi , neden arama ile anlam arama aslında tam olarak aynı şey değildir.Mesela, yağmurun nedeni, bir takım atmosferik güçlerin bazı şartlar altında, pek iyi bildiğimiz fizik yasalarına uygun davranış biçimleriyle açıklanabilir.Ama bu,söz konusu güçlerin ve doğa yasalarının , ne hikmetle var olduklarını , o anda neden orada olduklarını açıklamaz.

.Evet yağmuru oluşturan başlıca etkenler hava sıcaklığı,hava basıncı  ve yağmur bulutlarıdır.Ama neden bu fiziksel varlıkların var olduğu  ve bir araya gelip yağmura yol açtığı bilinmemektedir. Yağmur yağmasının mutlak anlamı nedir? Bu soruya verilebilecek tatmin edici bir cevap göremiyoruz. Yağmurun ekolojik dengede oynadığı rol ile, gerek yaşamın oluşumu gerekse sürekliliği temelinde  hayati öneme sahip bir unsur olduğu cevabı,yaşamın neden devam etmesi gerektiği sorusu ile bir adım öteye taşındığında artık tatmin edici bir cevap olarak görülmemekte. Bu manzara karşısında esasen insanoğlunun anlam sorununu yaşarken ve tartışırken,anlamla ilişkilendirdiği başlıca kavramın istenç olduğunu düşünmeden edemiyorum. 

Varoluş ve İstenç… 

Bu noktada soruları  yanıtlamayı mümkün kılacak fikir imdada yetişiyor. İstenç” (irade) düşüncesi,keyfiyet bildirmesi sayesinde, ilk nedeni tatmin edici biçimde ortaya koyabilir.Günlük hayatta  bu şekilde keyfiyet bildirimine çoğu kez başvururuz. Olaylar öyle gelişmiştir zira öyle olmasını istemiş ve olmalarını sağlamışızdır. Nedenler, nedenlere kaynaklık eden (öyle olmalarını isteyen) istençlerin ürünüdür.Ve yer yüzündeki varolan insanlar arası tüm çatışma da istençlerin çatışmasıdır.Varoluşçu düşüncede  karşılığını bulan bu kavrayışta, özgür istenç varlığın “maddi dünya içindeki tüm devinimleri ile birlikte”  anlamını oluştururken,başka bir istencin gölgesinde kalış hali ise ya gerçekten var olamamak ya da  varlığına anlam katamamakla eşdeğerdir.
Edimlerimiz varlığımız,istencimiz hayatımızın anlamıdır 
İstencimizi oluşturan şey nedir peki? İnsanoğlunun “istencini”tarih boyunca gerek köken gerekse değer itibarıyla “ruhsal varlığından” ayırt etmediğini söyleyebiliriz. İstenç bireyi diğer bireylerden ayıran , doğrudan sadece onun ihtiyaçlarına yönelik, onun dünya görüşünü yansıtan ve varlığını diğer varlıklardan farklı kılan yüce bir melekedir.”Ben” istencimin  yaptıklarıyla dünyada tanınır ve “ben” olurum.O halde beni ben yapan şey,yani istenç, tüm edimlerimizin gerçek yaratıcısı ve anlamıdır. Edimlerimizin en temel ve en temel anlamı bizim varoluşumuzun yansıması oluşlarıdır. Dışarıdan bakıldığını düşündüğümüzde, ortaya konulan edimler öncelikle bizim varlığımızın ilhamını verecektir.
Edimlerimizin niteliği,altında yatan düşünce yapısının niteliğiyle(potansiyel edimler) birlikte varlığımızın niteliğini yansıtır. Yani edimlerimiz, varlığımızı  gösteren bir ayna görevi görür.Onlara bakmadan varlığımızın neye benzediğini bilemeyiz. O halde kendisine bir değer atfedilen edimlerimizin anlamı  onları bu halleriyle varoluışlarının sebebi olan varlığımızdır.          
Mutlak anlam bulunamaz,ama göreli anlam duygusu kazanılabilir…  
Hayatın “anlamı”, dünyada bir şeyleri ararken kullandığımız matematiksel yöntem ve araçlarla ve matematik,kesin  bir gerçeklik anlamında, bulunamaz ancak “anlam duygusu” yaşam esnasında esrarengiz  bir şekilde kazanılabilmektedir.
Evet,biz aradığımız şeylere yanıtı matematik işlemlere başvurarak bulmaya alışmışızdır. Ancak matematik ve matematik düşünce , dışımızdaki dünyanın “nasıllarını” bulmakta çok işimize yarasa da “neden”lerini bulmakta hiç işimize yaramaz. Hayatın ise böylesi  bir yöntemle bulunabilecek türden bir anlamı yoktur. O halde elimizde bulunan matematiksel yöntemleri bir   anahtar olarak kabul ederek hayatın anlam kilidini açmaya çalışmak boşunadır. 
Anlam sorunu üzerinde bu denli duruşumuzun sebebinin sadece merak duygusu olduğu söylenebilir mi?Sanırım içimizde anlamsızlık duygusunu ona eşlik eden “hiçlik-boşunalık ve köksüzlük “duygularının tatsızlığı ile birlikte hissettiğimiz için böyle bir düşünce yanlış olacaktır. 
Hayatın anlamı üzerinde konuşularak, seminerler, konferanslar verip, forumlar düzenlenerek aranılan anlama kavuşulması asla mümkün değildir.Çünkü sözcüklerin biraraya gelerek kurabilecekleri, anlam sorununa çözüm getiren mantıklı ve kesin  hiçbir ifade yoktur.
 Anlam ile kastedilen bir ruh hali ya da duygu durumumudur? 
Anlam ne kadar bir tanım itibarıyla aranıyor olsa da  aslında bulabileceğimiz yegane şey  belirli bir  duygu durumudur. Bu duygu durumu kesinlikle, kendinden , yaptıklarından ve bu dünyada karşı karşıya geldiği olay ve insanlardan hoşnut olmaduygusudur.Dünyada bulunmanın hoş,istenilir bir şey olduğu duygusudur. Bu duygu mantıklı herhangi bir ifadenin  tartışılması ya da bellenmesi ile değil ancak yaşanılması ile kavranabilir.Bu duyguyu duyan bir insanın artık herhangi bir tanımlamaya ihtiyacı olmasa gerek.
Peki nedir,bu “anlam veya hoşnutluk-istenilirlik” duygusunu var eden? Bu duyguyu var eden şeyler arasında fiziksel ve psikolojik ihtiyaçların karşılanması,arzuların hedefini bulması sayılabilir. Ancak ben önceliği bu dünyayı diğer insanlarla birlikte paylaştığımızı bilmek ve yalnızlık, ayrılmışlık hislerinden  kurtulabilmek olduğunu düşünüyorum. İstencimin kabul görmesi,onaylanması kendimi var ettiğim halimle onaylanmam beni insan toplumunun bir parçası yapar.İnsan toplumunun ayrılmaz bir parçası olduğunu hissetmek  ,onun tarafından  eşit ve özgür bir üye olarak kabul edilmek,istencimin istenir olması  “anlamsızlık hastalığının” en temelli tedavisini oluşturuyor kanaatimce…